AKP, işbaşına geldiği günden beri inşaat ve enerji sektörünün taşıyıcısı olduğu bir birikim modeli uyguladı. Bu birikim modeli, kentlerde “kentsel dönüşüm”, AVM, siteler, 3. Köprü ve Havaalanı, bölge hastaneleri, her ile havaalanı ya da üniversite, köprüler, yollar gibi inşaat projeleri ile, kırda ise taş ocağı, madencilik, HES’ler, termik santraller gibi enerji projeleri ile gerçekleşti. İnşaat ve enerji sektörleri üzerine temellenen birikim rejimi, hem emekçilerin hem de ekolojinin büyük yıkımı sayesinde gerçekleşti.
İnşaat ve enerji projeleri, Anadolu’nun her metrekaresini bir talan alanı haline getirdi. Karadeniz’de “cennet parçası” vadiler, yaylalar, insan eli değmemiş ormanlar, Ege’de, Akdeniz’de zeytinlikler, Trakya’da bereketli tarım alanları, Kürdistan’da “insansızlaştırılmış” ovalar, dağlar maden-kömür-taş ocakları, HES-JES-GES-RES ve termik santral şirketleri tarafından talan edildi. Zaten hızla erimekte olan tarım ve hayvancılık bitme seviyesine indirildi. Kırsal nüfus yüzde 17’lere geriledi.
Bu birikim rejimine ilk direnişlerse ekoloji alanında kendini gösterdi. 2005’lerden itibaren Türkiye’nin siyaset gündeminin belli başlı konularından biri ekoloji sorunları ve eylemleri oldu. Türkiye siyasal tarihi açısından bir “zaman tüneli” sayılan Gezi İsyanı, “üç beş ağaç meselesi” yüzünden patlak verdi ve Haziran Ayaklanmasına dönüştü. AKP’nin en çok oy aldığı illerde, ilçelerde bile bu birikim rejimiyle ters düşen çevre eylemleri oldu.
Türkiye’deki merkez siyasetin çöküşü ve tasfiyesini getiren 2001 krizinden çıkış için uygulanan reformlar sayesinde, AB’ye üyelik sürecinin canlandırılması, uluslararası sermayeyi Türkiye’ye çekerek sermaye transferi ile ekonomik canlanma yaratma ve aynı zamanda da siyasi arenada AB üyelik sürecinin şartlarının yerine getirilmesi, “askeri vesayette karşı mücadele” demokratikleşme ve sivilleşme başlığı altında AKP ile liberal ve sol-liberal çevreleri buluşturmuştu.
Bu yıllarda iki sektörde ise emekçilerin en vahşi şekilde çalıştırılmaları sayesinde büyüme devam ettirilmeye çalışıldı. 2001 yılında 2.354 milyon tl olan madencilik ve taş ocakçılığı sektörü üretimi 2016 yılsonu itibariyle 10,8 milyar TL olmuştur. 2001 krizinden sonra sağlanan ekonomik dengeden en çok yararlanan sektörler ise inşaat olmuştur. Gerek yurtiçi gerekse yurtdışı projelerle, inşaat sektörü, Türkiye ekonomisinin önemli bir belirleyicisi olma noktasına gelmiştir. GSYİH içindeki doğrudan payı yüzde 8’in üstüne çıkan sektörün bağlı sektörlerle birlikte dolaylı payı yüzde 30’lara ulaşmış durumdadır. 2017 Ağustos ayında Türkiye’de istihdam edilen toplam 28 milyon 828 kişinin 2 milyon 279’u inşaat sektörü çalışanlarından oluşuyordu.
Ekonomide genişlemenin yaşandığı 2000’li yıllar emekçiler açısından ise cehennemin kapılarını açan yıllar oldu. 2003 yılında İş Kanunu’nda yapılan değişiklik ile başlayan esnekleştirme, taşeronlaştırma ve güvencesizleştirme uygulamaları emek rejiminin temeli oldu. Reel ücretlerde anlamlı bir artışın olmadığı Türkiye, OECD ülkeleri içinde en uzun çalışma saatlerine sahip, haftada 50 saatin üzerinde çalışanların oranı yüzde 48 olan bir ülke olmuştur. OECD verilerine göre 2001 ile 2015 yılları arasında sendikalaşma düzeyi yüzde 29,1’den, 6,3’e gerilemiştir.(1)
Bununla beraber, AKP bazı “sosyal” ve “finansal içerilme” mekanizmaları bir sadaka(t) ekonomisi yaratabildi. Yeşil Kart uygulaması, Genel Sağlık Sigortası, “sosyal yardımlar” gibi uygulamalar herhangi bir sosyal güvenceye sahip olmayan en yoksulların içerilmesi açısından kritik bir işlev gördü. Ucuz krediler, kredi kartları gibi araçlarla yoksulların borçlandırılması sonucu hanehalkı borcunun milli gelire oranı yüzde 1,8’den 19,6’ya yükselmiş, yani 10 yılda 10 kattan fazla artmıştır.(2)
AKP’nin birikim rejimi ilk kriz sinyalini 2007’de vermeye başladı. Küresel ekonomik kriz “teğet geçti” dense de, Türkiye ekonomisi 2012 ile 2016 arasındaki ortalama büyüme 3,4’e kadar gerilemiştir. Ekonomideki bu kriz belirtileri elbette işçilerin daha vahşi koşullarda daha ucuza daha güvencesiz çalıştırılmasını şart koşar/koşmuştur.
İSİG Meclisi’nin çalışmalarına göre, 2002 ile 2017 arasında maden sektöründe en 1632, inşaat sektöründe en az 5678 işçi iş cinayetlerine kurban edildi. Emekçilerin durumunun en iç parçalayıcı tablosunu, ülkenin en büyük havalimanını inşa eden işçiler sundu. 3. Havalimanı işçilerinin durumunun Soma madenlerinde ya da başka şantiyelerde can veren işçilerin durumundan farklı değil.
Bu kısa özet, artık krize girmiş olan AKP’nin kalkınmacılığının kurbanlarını net olarak göstermektedir: emekçiler ve ekoloji.
Fakat tam da burada başka bir trajedi başlamaktadır. AKP’nin neoliberal kalkınmacı rejiminin bu kurbanları arasında ortak bir geleceğe doğru birlikte yürüme koşulları, araçları, söylemleri yaratılabilmiş değiliz. Emekçinin hakları ile ekolojinin hakları arasında örtüşme, kesişme sağlayacak, bu sayede emeğin ve ekolojinin kapitalist sömürüsünden kurtulmuş bir geleceğe açılma imkanı yaratacak araç, söylem ve politikalar geliştirilmesi, yaşadığımız krizin lokal değil küresel olarak kapitalizmin yaşadığı krizin bir parçası olması hasebiyle daha da önem kazanmaktadır.
Kriz ve emekçilerin yükseliş eğilimi gösteren kendiliğinden hareketleri ile birlikte “Ne Yapmalı” sorusu etrafında tartışma bağlamında Lenin’in yüzyıl önce yaptığı ama sınıf hareketinde hep “güncel” kalan “ekonomizm” tartışmasını da bu bağlamda yinelemek gerekmektedir. Hatırlanacağı gibi, 20. yüzyılın başlarında Lenin, ekonomik mücadelenin temel, öncelikli olduğunu, politik mücadelenin ondan sonra geleceğini savunanlara karşı büyük bir mücadeleye tutuşmuştu. İşçi sınıfının bilincinin geriliği gerekçe gösterilerek işçi sınıfının acil görevinin burjuvazinin iktidarını yıkmak değil, günlük veya ekonomik talepler için patronlara ve hükümete karşı mücadele etmeyi salık veren bir anlayış ekonomizm. Ekonomizme karşı Lenin’in tutumunun, işçi sınıfının, sadece kendi yaşamını, çalışma ilişkilerini iyileştirecek taleplerle yetinmeyerek, toplumun diğer kesimlerinin de taleplerine sahip çıkarak, toplumun öncüsü olarak kendisini konumlandırması ve mücadele etmesi gerektiği noktasındadır. Nitekim meşhur “bilinç” tartışmasında, işçi sınıfının “sınıf bilinci”nin kaynağı olan “dışarısı”, “tüm sınıf ve katmanların devlet ve hükümetle olan ilişkilerini, tüm sınıfların kendi aralarındaki ilişkileri kapsayan alandır.”(3) Yani sınıf bilinci, sadece işyerindeki işçi-işveren ilişkilerdeki “çıkar”a dair değil, toplumun geneline yayılan (dolayısıyla, işyerindeki işçi-işveren ilişkisinde de mündemiç olan) sınıfsal, ulusal, cinsel, ekolojik, türsel ezme-ezilme, sömürme-sömürülme vb. ilişkilerine dair bir bilinçtir. Sınıf bilinci, kendiliğinden elde edilecek bir bilinç değildir; örgütlü, zahmetli bir çalışma, mücadele ile elde edilmesi gerekir. Sınıf (adına) siyaseti yaptığını iddia edenlerin işi de, bu bilincin üretilmesi ve yayılması için sürekli çalışmaktır.
Bu tartışmadaki dert, işçi sınıfının eylemlerini şu “ekonomist” bu “politik” diye kategorize etmek, “ekonomist” olanı küçümsemek “politik” olanı desteklemek vb. değildir. Mücadelenin ilerlemesi için izlenmesi gereken bir stratejidir sözkonusu olan. Her ne saikle ortaya çıkarsa çıksın, bir sınıf hareketinin başarılı olması için hızla sınıf bilincinin geliştirilmesi ve politikleştirilmesi sağlanmalıdır.
Bu tarihsel tartışma, küresel olarak kapitalizmin krizinin, lokal olarak Türkiye’de yaşanılan birikim modeli krizi ve giderek ekonomik krizinin temel ayaklarından birinin ekoloji alanı olması nedeniyle güncel önem taşımaktadır. AKP ile ifrada varan neoliberal politikaların büyük bir sefalete mahkum ettiği emekçiler mücadele bayrağını yükseltirken krizin bu ekoloji ayağını da programlarına dahil etmelidirler.
Türkiye’nin güncel krizinin etkisini en fazla göstermesi beklenen, AKP’nin birikim modelinin temel sacayakları olan, enerji ve inşaat sektörleri örnekleri olarak alınırsa, “ekonomist” yaklaşım, emekçilerin “çıkarı” ile ekolojinin “çıkarı”nı karşı karşıya getirmektedir. Çok somut bir örnek verebiliriz: Türkiye kamuoyunun yakından bildiği, Artvin Cerattepe’deki Cengiz Holdinge ait maden işçileri bir süre önce ücretlerinin düşüklüğü nedeniyle greve gittiler. Bilindiği gibi, Artvinliler 25 yıldır, madenin açılmaması için mücadele ediyorlar; iki sene önce bizzat RTE’nin arkasında durduğu devlet operasyonu ile şirketin Cerattepe’de çalışması sağlanana kadar da, başarıyla direndiler. Maden işçilerinin ücret artışı talebi ile başlattıkları grevin görünüşte basit bir anlamı var; çalışma koşulları ağır, üstelik toplumdan gelecek tepkilere rağmen çalışmayı kabul etmişlerdi. Daha fazla ücret istemek haklarıydı. Fakat diğer taraftan yani ekoloji açısından ise, işçilerin ücret artışının anlamı, dünyanın en önemli doğal alanlarından birini mahveden projede çalışanların daha rahat koşullarda çalışmasının sağlanması! Kısacası, işçilere daha fazla ücret verilsin ki, daha şevkle doğanın tahribatı için şirket lehine çalışsınlar demekten başka anlama gelmiyor.
Bu örnekte de görüleceği gibi, emekçilerin “ekonomist” talepleri, kendileriyle birlikte tüm doğanın aleyhine olabilmektedir. Dolayısıyla sınıf siyaseti yapma iddiasındaki öznelerin, maden, inşaat, ormancılık, petrol, endüstriyel hayvancılık gibi birçok sektörde çalışan işçilerin ücret, daha “insani koşullar”da çalışma gibi talepleri ile bu sektörlerin ekolojik krize katkılarından kaynaklanan sorunlara karşı mücadele edenlerin taleplerini nasıl ortaklaştırılacağı konusunda da ciddi mesai yapmaları gerekiyor.
Bu soru etrafında şimdiye kadar yapılan tartışmalar, daha çok ekoloji hareketlerine yönelik söz kurulmuştur. Ekoloji krizinin, toplumsal krizi de yaratan kapitalist üretim koşullarına dikkat çekerek, toplumsal kriz ya da adaletsizlik giderilmeden yani kapitalizm yıkılmadan iklim krizinin de çözülemeyeceğine işaret eder ve ekolojik krize karşı mücadele eden hareketleri anti-kapitalist temelde sınıf mücadelesinin saflarına çağırır. (Bu konuda birçok çalışma var ama Aykut Çoban’ın “Toplumsal Ve İklimsel Adaletsizlik Sarmalında İklim Siyaseti” ve diğer çalışmalarına bakılabilir.) Ekoloji hareketi içinde de “hem ekolojik adalet hem toplumsal adalet” demek gerektiği konusunda yaygınlaşan bir ortaklaşma sözkonusudur.
Türkiye’de emek hareketi ise henüz bu konuda ekoloji hareketiyle hemdert bir yönelime sahip değil. Kriz vesilesiyle, sınıfın kendiliğinden hareketinin yükselişe geçmesiyle birlikte yürütülen “krizden çıkış” tartışmalarında da henüz bu konuda müstakil bir tartışma açılmış değil. DİSK’in(4), mücadeleci sınıf sendikacılığı açısından öne çıkan Umut-Sen’in, HDP’nin ya da değişik Marksist çevrelerin(5) “alternatif programlar”ında da bu konulara değinilmemektedir.
Dünyada ise bu kaygılardan hareketle İngiltere ve Güney Afrika’da başlayıp ardından Norveç, Kanada, ABD, Filipinler, Mauritius, Portekiz, Slovenya gibi birçok başka ülkeye yayılan “İklim İşleri” (Climate Jobs) kampanyaları, çevre adaleti hareketleriyle işçi mücadelesini birleştirmenin pratik yollarını aralıyor. “İklim İşleri” hareketi, “hem toplumsal hem de ekolojik adalet” sağlamayı temel alan bir hedefi ya da programa sahip değil. Ama en azından, doğayı kirleten işlerde istihdam edilmeye karşı farklı alanlarda, örneğin, emisyonların azalmasını sağlayan “yenilenebilir enerji”, toplu ulaşım, binaların yenilenmesi gibi alanlarda istihdam yaratılmasını, bu istihdamın kamu sektöründe sağlanmasını ve kirletici sektörde çalışan işçilere istihdam garantisi verilmesini savunuyor. Sendikaların ve işçi örgütlerinin desteğiyle kampanya, bir yandan işsizlik ve güvencesizlik sorunlarına eğilirken bir yandan da iklim kriziyle mücadele perspektifini toplumsal muhalefetin merkezine yerleştirmeyi amaçlıyor.(6)
Türkiye’de henüz sınıf hareketinin gündeminde iklim krizi, ekolojik adaletsizlik gibi konulara yer açılmamış durumda. Sınıf hareketi, işçi sınıfının 1990’ların ortasından itibaren esnek üretim, güvencesiz çalışma biçimleri, özelleştirmeler sonucu kamu sektöründeki sendikacılığın avantajlı durumun erimesi gibi yaşadığı birçok dönüşüme karşı uygun politikalar geliştiremedi. Dolayısıyla sendikalaşma oranı hızla gerilerken, mevcut sendikalar da sarılaştı, sınıf sendikacılığından uzaklaştı. Sendikal kriz, sınıf siyasetinin krizi uzatmalı olarak bugünlere kadar sünerek geldi. Bu zaman diliminde yaşanan sistemin yaşadığı (2000, 2008) krizler, sınıfın örgütsüzlüğü sayesinde aşıldı.
Bugün ise, herkesin hem fikir olduğu gibi, kapitalizm, küresel ve lokal olarak oldukça derin bir krize girmektedir. Dolayısıyla kapitalizmin krizine karşı yanıtlarımız da en az kriz kadar derin ve radikal olmalıdır. Emek ile ekoloji arasındaki ortaklığın inşası alanında da “ekonomizm” yeterli değildir. Çünkü toplumsal adalet ya da emekçilerin kurtuluşu, iş değişikliği ile değil, işin, sermaye için değişim değerleri üreten bir süreç değil, kendisi ve başka canlılar için kullanım değerleri yaratan bir eyleyiş olması ile mümkündür. Yani “emek-sermaye ilişkisi”nin, kapitalizmin emekçiler lehine aşılması ile mümkündür.
Dipnotlar:
2. Akçay, agy.
3. Lenin’den aktaran M. Çulhaoğlu, V.İ.Lenin Ne Yapmalı?, Marksist Klasikleri Okuma Klavuzu, Yordam Yayınları, s.412
6 ildeki taşınmazlara RES ve HES için acele kamulaştırma
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.