Tam yirmi beş gündür bir kız çocuğunun yok ediliş sürecini içimizden parçalar koparak izliyoruz. Aslında ilk günden biliyorduk hepimiz bir umut falan olmadığını ama umutlanmak istedik, diğer kaybettiğimiz çocuklarda olduğu gibi. Narin Güran’ın minik bedenin Eğertutmaz Deresi’nde bulunduğu andan beri ise kâbuslarımız koyulaştı. Ailesindeki tek kişiye dahi güvenemeyen çocukların ülkesinin yasını tutuyoruz.
Narin’in ailesinden tutuklanan ve sorgulanan kişilerin toplam sayısı her gün değişiyor, değişmeyen tek şey ise Güran ailesinin ‘sessizlik yemini’ de diyebileceğimiz organize tavrı. Her ifade sanki kafalar daha da karışsın diye veriliyor ve her ifadede baş şüpheli amca Salim Güran’ın parmak izi var. İşlerin buraya geleceğini bilerek o gün geldiğinde kimin ne demesi gerektiğini kendince organize etmiş.
Ailenin karmaşık ilişkileri ve köyün girift yapısı soruşturmayı yeterince oyalamıyormuş gibi bir de aileden tuhaf bir yazılı açıklama geldi. Ailenin bir ferdini ortadan kaldıran olayları sorgulamak yerine onlar da siyasi modaya uyarak sorgulayanları ‘dış güçler’ olarak yaftalamayı seçmişlerdi. Daha fenası Tavşantepe’nin ‘stratejik konumu’ dedikleri şey her neyse onu cinayete kalkan olarak kullanmaya teşebbüs ediyorlardı.
İnsan hakları savunucusu, avukat Eren Keskin şu an İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) Eş Genel Başkanı. Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Komisyonu’nu kuran insan. Senelerdir aile içi şiddet, kadına şiddet, çocuğa şiddet alanlarına giren yüzlerce davanın tarafı oldu. Kürt siyasi hareketiyle yakın ilişkileri nedeniyle değil, Narin’in katledildiği coğrafyadaki toplumsal dinamiklere ve hukuk süreçlerine aşinalığı nedeniyle bu söyleşiyi yapmak istedim. Zira Eren Keskin’i tanıyanlar bilir ki kadın alanındaki aktivizmi her türlü diğer aktivizminin önünde gelir.
Eren Keskin, Narin’in henüz arandığı günlerden beri ailenin diğer kadınlarının derhal koruma altına alınması gerektiğine dikkat çekiyor. Bugün tutuklular arasında yer alan annenin ve yengenin can güvenliği için devletin cezaevinde maksimum dikkat sarf etmesi gerektiğini söylüyor. Çünkü Keskin’e göre, o tür bir feodal yapı içinde bu kadınların da hayatları tehlikede olabilir.
Eren Keskin, cinayetin şifrelerinin bölgenin politik gerçekliğinden azade tutularak çözülemeyeceğini düşünenlerden. Ensarioğlu ailesi ile Güran ailesi arasındaki hattın, Galip Ensarioğlu’nun sonradan söylediğine pişman olduğu cümledeki kadar basit bir ‘aile dostluğu’ olmadığını düşünüyor. Hatta DEM Parti sözcülerinin bugüne kadar sınırlı biçimde dile getirdiği iddialar hakkında daha net cümleler kuruyor. Güran ailesinin o yazılı açıklamayı yapmadan önceki akşam bazı milletvekilleriyle bir arada oldukları iddiasını dile getirmekten çekinmiyor. Ancak parti ismi vermiyor.
– Narin Güran cinayetini yakından takip ediyorsunuz. Belki yüzlerce benzer davaya baktınız ve “Erkekliğin egemen olduğu toplumsal cinsiyetçi bakış açısıdır asıl katil” diyorsunuz. Tam da işin bu boyutunu konuşmak istiyorum. Çok aşina olduğunuz köyler ve yapılar. Nasıl bir fotoğraf var karşımızda?
Narin olayının yaşandığı bölgede uzun yıllardır egemen olan bir erkek egemen militer ve feodal yaklaşım var. Bir devlet aklı var. Bu yaklaşımın son 10 yıldır devlet tarafından yoğun bir şekilde pompalandığını görüyoruz. Devlet, kadını eve kapatan, erkeğin egemenliğini son derece açık bir biçimde savunan feodal bir değer yargısını topluma dayatıyor. Narin olayının detaylarına geçmeden önce şunu söylemek isterim; İstanbul Sözleşmesi çok önemliydi bizler için, çünkü o metin aslında bugün ‘feodal’ diye bakılan kesimlerin bölgede verdiği mücadelenin de sonucunda çıktı. Diyarbakır’da kocası tarafından annesi öldürülen, kendisi de ağır yaralanan Nahide Opuz davası bir milattır İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlanması açısından. Türkiye, o davada AİHM tarafından devlet olarak kadını ve kızını aile içi şiddetten koruyamadığı için mahkûm edildi. Opuz’un avukatı Meral Danış Beştaş’tı. Bu karardan sonra Avrupa Konseyi bütün üye devletlere bir çağrı yaptı. Avrupa ve Türkiye’den de kadın hukukçuların önerileriyle bir sözleşme hazırlandı.
– Tam Narin’i konuşmaya başlarken sözü İstanbul Sözleşmesi’ne getirmenizin hukuki açıdan anlamı nedir?
Çünkü İstanbul Sözleşmesi esas olarak yerleşik erkek egemen toplumsal cinsiyetçi bakış açısını karşısına alır. Bana göre en önemli maddesi de şunu söyler; “Hiçbir örf, hiçbir adet, hiçbir namus anlayışı kadına yönelik şiddetin gerekçesi olamaz.” Oysa bizim coğrafyamızda kadına yönelik şiddetin tek gerekçesi zaten bu.
– İstanbul Sözleşmesi Türkiye’de 2014 yılında yürürlüğe girmişti, 7 yıl kadar yürürlükte kaldı. O süreçte sözleşmenin hükümleri Türk mahkemeler tarafından ne ölçüde uygulanıyordu?
Hiçbir zaman tam olarak uygulanmadı ama bizler en azından “Bu sözleşmeye uymak zorundasınız” diye hakimlerin önüne koyuyorduk. Uygulamıyorlardı, birçoğu da bilmiyordu. Ama en azından zorlayıcı konuşmalar yapabiliyorduk. Ne zaman ki 2021 yılında Tayyip Erdoğan tek imzayla bu sözleşmeden çıktı, iş hemen değişti. Ben ertesi günü bir taksiye bindim. Ben telefonda konuşurken avukat olduğumu anladı. Konuşmam bitince taksici “Abla bir şey soracağım. Benim bir taksici arkadaş karısını darp ettiği için içerde. Artık bu suç olmaktan çıktı. Benim arkadaş artık çıkar değil mi?” diye sordu. O taksicinin söylediğini hiç unutmam, çünkü o sözler Erdoğan’ın İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararını nasıl algıladığını ortaya koyuyordu. Biz zaten bu nedenle “Kadına yönelik şiddet politiktir” diyoruz.
– “Kadına yönelik şiddet politiktir” ne demek? Bilmeyenler açısından netleştirin isterim.
Devlet dili ne zaman ki sertleşiyor, ne zaman ki ötekileştirici bir dil yükseliyor, ülke genelinde kadına yönelik şiddet artıyor. Bugün dizilerde gördüğümüz şiddet de devlet yöneticilerinin kullandığı şiddet dili de topluma yayılıyor. Örneğin Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanlığı döneminde sürekli bir şiddet dili hâkimdi. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalamış bir devletin İçişleri Bakanı şunu söyleyebildi; “Ne olmuş ki? Yakalarsanız ‘lime lime edin’ talimatını verdim.” Bir suçlu ile ilgili, bir adli olayla ilgili polislere “Yakalarsanız ‘lime lime edin’ talimatını verdim” dedi.
– Narin’le birlikte Türkiye genelinde yeniden hatırlanan bu aile içi şiddet konusu çok mecrasından çıkartılarak tartışılabiliyor bazı televizyon programlarında. Güncel tartışmanın sizi bir hukukçu olarak en çok rahatsız eden tarafı nedir?
Aile içi şiddet sadece Diyarbakır’da, Mardin’de, Batman’da oluyormuşçasına tartışılıyor bu olaylar. Oysa verilere bakılsa, kadına yönelik şiddetin ve cinayetlerin büyük metropollerde çok daha fazla işlendiğini görecekler. Bu konuyu sadece bölge üzerinden tartışmanın ırkçılığa varan bir yanı da oluyor. Bölgede olduğunda çok ilgileniliyor ama mesela benzer bir cinayet Tekirdağ’da işlendiğinde herkes bu kadar ilgilenmiyor. Bir de tabii bölgede olduğu zaman “Onlar zaten feodal” şeklinde yorumlar yapılmasına biz kadın hareketi olarak karşı çıkarız. Bu tür ifadelerin kullanılmaması gerekir.
– Bu söylediğinizi biraz daha açarsak aslında siz şunu demek istiyorsunuz; “Onlar zaten feodal” denerek “Onlar zaten Kürt” denilmek isteniliyor ve sanki kadına karşı şiddet bu ülkede Kürtlere özgü bir konuymuş havasında tartışılmaya başlanıyor. Doğru mu anlıyorum itirazınızın gerekçesini?
Elbette. Kadına yönelik şiddet bu coğrafyanın her yerinde de dünyanın her yerinde de büyük bir sorun. Mesela kadına yönelik şiddetin en yoğun olduğu yerlerden biri Avrupa.
– Mutlaka. Ancak feodal düzenin hâlâ baskın olduğu tüm coğrafyalarda kadına karşı bakışın bir Avrupa başkentinden farklı olduğu gerçeğini de yadsıyamayız. Türkiye’nin doğusunda demografik ağırlık Kürt nüfus olduğu için feodal ilişkilerin hâlâ hâkim olduğu o köylerde Kürt kadınının yerini konuşabilmek de bu tartışmanın doğal parçası değil mi?
Tabii ki feodal yapının sürdüğü yerler var bölgede. Ama bir taraftan da Kürt kadın hareketinin son derece güçlü olduğu yerler de var. Yani bu konuştuğumuz değer yargılarını kırmaya çalışan da bir mücadele var.
– Güran ailesinin yaşadığı Tavşantepe köyünün bahsettiğiniz mücadelenin çok uzağında olduğun ortada. Bu elbette köyün politik gerçekliğine çok bağlı bir durum. Zira bahsettiğiniz kadın hareketi, ulusal siyasette kendine bugün DEM Parti ekolü olarak yer bulan Kürt siyasi hareketinin bir parçası. Muhafazakâr Kürtlerin kuruluşundan beri AKP’ye teveccüh gösterdiğini de biliyoruz. Bu da bölgedeki kadın hakları hareketinin siyasi kutupları aşamadığı anlamına gelmez mi?
Yasalar değiştiği için Tavşantepe idari açıdan artık köy değil, bir mahalle; onu kayda geçirelim baştan. Merkeze çok da yakın bir mahalle, Diyarbakır Havaalanı’nın hemen yanı başında. Burası bizim edindiğimiz bilgilere göre daima Türk sağ siyasetini desteklemiş. Tavşantepe üzerinde özellikle Ensarioğlu ailesinin çok büyük bir etkisinin olduğu söyleniyor. Hatırlarsınız 90’ların o en karanlık günlerinde Salim Ensarioğlu DYP’den Devlet Bakanlığı yapıyordu. Tansu Çiller’le birlikte o dönemin en karanlık günlerinde görev almış bir insandı. Yani derin devlet ile iş birliği yapan bir siyasetin içinde yer alıyordu. Dolayısıyla da evet, Kürt siyasi hareketinin oraya çok fazla girdiği söylenemez. Mutlaka oy veren insanlar var ama genel olarak egemen zihniyet devletle iş birliği. Ve o zaman köy, şimdi mahalle olan Tavşantepe’de Güran ailesi tarafından sürekli bir tahakküm kurulmuş.
– Bahsettiğiniz Salim Ensarioğlu’nun yeğeni Galip Ensarioğlu da 1993- 2009 tarihleri arasında DYP’de il başkanlığı yaptı. Sonrasında AKP’den milletvekili seçildi. Narin’in cansız bedeni aranırken yaptığı bir açıklamayla ülkenin gündemine oturdu. “Bizlerin bazen bilmediği, bazen de bilip söylemememiz gereken şeyler var. Çünkü aile de bizim dostlarımız” şeklindeki sözleri çok tepki alınca herkesin anladığı şeyi kastetmediğini savundu. Sizce neyi kastetmişti Galip Ensarioğlu o ilk açıklamasında?
Bence son derece açık. O ilk açıklamasında çok dürüstçe ve açıkça söyledi bunu. Zaten bu coğrafyada her zaman böyle. Eğer siz devlete yakınsanız her türlü suçu işleyebilirsiniz. Onun üstü örtülür. Benzeri şeyler başka olaylarda da yaşanıyor. Diyarbakır Barosu bu süreci çok yakından takip ediyor, çok önemli bir görev yapıyor oradaki arkadaşlarımız. Her aşamanın takipçisi oldular. Onların genel algısı Narin’in “Yanlış bir şeye, şahit olmaması gereken bir şeye” şahit olduğu yönünde en başından beri. Yani böyle bir durum var ama Güran ailesi çok güçlü ve devlet onlara güveniyor. Düşünebiliyor musunuz, kayıp ihbarını yapan amcanın kendisi ve şu an tutuklu. Tutuklanana kadar da bir hafta boyunca arama çalışmalarını da jandarmayı da o yönetti. Yani arama çalışmalarını katil şüphesiyle tutuklanan amca yönetti. Bütün gazetecilerin telefonuna çıkıp, televizyonlara bağlandı. Oysa kolluk kuvvetleri oradaki herkesi ‘şüpheli’ olarak görüp o şekilde muamele etmeliydi. O yapılmadığı için adam resmen süreci yönetti ve ona göre de organizasyonu yaptı. Resmen yanlış yönlendirdi. Onun yönlendirmeleri doğrultusunda Jandarma Komutanı “Ulaşıyoruz, bir müjde vereceğiz” diye açıklama yaptı. Bunlar soruşturma makamının içine düştüğü çok büyük yanlışlar.
– Sizin iddianız şu mu; Salim Güran “Nasılsa devletin adamıyım” diye düşündüğünden bu kadar rahat davrandı?
Kesinlikle onun için bu kadar rahat. Kendisi devlet için ‘muteber bir şahıs’ ve aile muteber bir aile. Hepsi onun verdiği güvenle davranıyor. Verdiği ifadelere bakın, hâlâ büyük bir güven içinde. O kadar fütursuzca cevaplar veriyor ki. Bizim sorguya giren bir arkadaşımız aynen şöyle dedi; “Adamın tavrını görseniz şaşırırsınız. O kadar kendini güçlü hissediyor ki. ‘Bana bir şey olmaz’ düşüncesi o kadar kuvvetli ki umursamıyor bile cevap verirken. Savcı öyle sorular soruyor ki. Aslında bir feodal yapı içindeki bir kişinin savcıya ‘Sen bana nasıl böyle bir soru soruyorsun?’ diye tepki vermesi beklenir. Ama gayet doğal karşılıyor. Çok rahat.”
– Feodal bir yapı içinde yaşayan bir adama hangi soru sorulursa adam rahatsız olur ve tepki gösterir? Meslektaşınız sorguda şahit olduklarını anlatırken neyi kastediyor?
Örneğin “Anneyle ilişkin var mı?” ya da “Narin senin çocuğun mu?” gibi sorular. Böyle bir kapalı toplumda yaşayan bireyler normalde bu sorulara tepki gösterir, yanıt vermez. Ama bu adamda normalde içinde bulunduğu durumlarla örtüşmeyen bir rahatlık var.
– Sorguya giren meslektaşlarınızın Diyarbakır’da soruşturmaya yürüten savcılarla ilgili izlenimi nedir? Bu kadar tansiyonlu bir ortamda görevlerini rahat yapabiliyorlar mı sizce?
Savcıların görevlerini yaptıklarını söylediler açıkçası. Tabii olaya Kürt siyasi hareketi de sahip çıktı, kadın hareketi de sahip çıktı. Kamuoyunun geneli de hassasiyet içinde. Bütün toplum sahip çıktı. Bu olay bir numaralı gündem haline geldi. Doğal olarak böyle bir ortamda devlet bu işe iyice asılmak durumunda. Diyarbakır Baro Başkanı’nın da diğer arkadaşlarımızın da bize söylediği savcıların görevlerini çok dikkatli yaptıkları. Ama şu var; bir hafta böyle bir olay için çok uzun bir süre. Zaten o süre zarfında deliller karartıldı. Katil olan ya da katilleri koruyan amca Salim Güran’ın nasıl bir rol oynadığı net değil. İtirafçı dışında hiç kimse gerçeği söylemiyor, onun da ifadeleri çelişkili. Amca o kadar çok kişiyi aramış ki, o kadar çok kişiyi yönlendirmiş ki zaten arandıklarını gözaltında olanlar kendileri söylediler ifadelerinde. Ben bu süreçte ailenin kendilerine yakın ya da kendilerine önerilen bir adli tıpçıdan görüş aldıklarını düşünüyorum. Normalde ilk akla gelen cesedi gömmektir bu durumlarda. Oysa çocuğun o şekilde suya gömülmesi, üzerine taş konulması önemli detaylar.
– Ne demek istiyorsunuz?
Adli Tıp ön raporu açıklandı biliyorsunuz. Narin’in üzerinde başka birinin DNA’sına rastlanmadığı söylendi. Çünkü o kadar uzun süre suda kalan ve çürümenin gerçekleştiği bir bedende delil bulmanız zordur. Belli ki birileri bunu onlara söylemiş. Suyun delilleri çürüteceği bilerek çocuk dere yatağına gömülüyor. Ve hâlâ örgütlü bir tavır var. Hiç kimse tam gerçeği anlatmıyor.
– Türkiye’nin gözü orada. Savcıların titiz çalıştığı yönünde bir izleminiz var. Keza hükümetin gelinen noktada işi savsaklamasının zor olduğu yönünde de bir izleniminiz var. Dahası Cumhurbaşkanı Erdoğan bizzat sahip çıktı, takipçisi olacağını söyledi. Siz böyle bir denklem içerisinde Güranların ‘devletle ilişkisi olan bir aile’ olduğunu söylerken bizzat AKP hükümetini mi kastediyorsunuz, yoksa partiden bağımsız bir ilişki türünü mü?
AKP’den büyük bir şeyi tabii. Benim kastettiğim esas derin devlet. Ben hâlâ bir derin devletin olduğuna inanan bir kişiyim. Ben Cumhurbaşkanı’nın ya da devletin soruşturmaya sahip çıktığını filan düşünmüyorum, sadece öyle gösteriyorlar. Örneğin A Haber şu anda paralel bir yargı gibi görev yapıyor. Bakın, avukatların ulaşamadığı ifade tutanakları anında A Haber’de yayınlanıyor. Bu o kadar tehlikeli bir şey ki bu dosyada fail olup hâlâ dışarıda olan insanlar olabilir ve bu yayınlar sayesinde bunlar anında her türlü bilgiye ulaşıyorlar. Bu ortaya saçılan bilgiler üzerinde televizyonda ellerinde cetvellerle tartışıyorlar. Bunlar bana çok akıl dışı geliyor açıkçası. Devletin ilgileniyor olduğunu söylemesinin tek başına bir anlamı yok ki. Bir diğer konu da ailenin yaptığı o yazılı açıklama. Onun ailenin açıklaması olduğunu asla düşünmüyorum. Çünkü bir gece önce birçok milletvekili zaten ailenin yanındaymış
– İktidara yakın milletvekilleri mi? Bu ciddi bir iddia. Hangi milletvekilleri olduklarını biliyor musunuz?
Hangi partiden olduklarını bilemiyorum. Ama bölgeyle çok yakın ilişkileri olan bir arkadaşım anlattı; bu açıklamanın yayınlanmasından bir gece önce bir kısım milletvekillerinin orada olduğunu. Ve sonuçta devlet diliyle yazılmış bir açıklamadan bahsediyoruz.
– DEM Parti’nin “Bu ölümlerdeki siyasi sorumluluklarını saklama telaşıyla partimizi hedef alan HÜDAPAR ve ortaklarının telaşını anlıyoruz” şeklinde bir açıklaması olmuştu. Ailenin açıklamasını yazdırmak için Tavşantepe’de aileyle bir gece önce toplandığını öne sürdüğünüz milletvekilleri HÜDA- PAR’lı mı?
HÜDA- PAR da olabilir. Zaten farkındaysanız ailenin yaptığı açıklama ile HÜDA- PAR yetkilisinin açıklamasında aynı dil var. “Bu dış güçlerin ve İsrail’in işi” denildi. Benim için asıl önemli olan şu; ailenin yazdığı metinde çocuğunu kaybeden bir ailenin acısı yok, bir duygu yok. Acıdan değil, dış mihraklardan bahseden bir açıklama. Akıl almaz bir metin. Metin ailenin nasıl devlet yanlısı bir aile olduğunu net biçimde gösterirken bir de devlete “Bizi koruyun” diyor. Belki orada bir tehdit de var. Çünkü bu köyün 90’larda devletin silah deposu olduğu da söyleniyor.
– Bunlar hep söylenti ama. Sizin elinizde söylentinin ötesine geçecek bilgi ya da belge var mı?
Biz 90’ları çok yakın yaşadık. Bu söylentilerin doğru olma ihtimalini biliriz. O ‘ailenin’ diye kamuoyuna sunulan metnin başkalarının hazırladığı bir açıklama olduğunu düşünmem de bundan. Bir çocuk ölümünden sonra içinde bir tane ‘üzüntü’ kelimesinin geçmediği bir metin. Tamamen bağlamından kopartılmış bir ‘biz devlete yakınız’ vurgusu. Daha soruşturma devam ederken, çelişkili ifadeler varken ‘bir kişinin suçu’ ifadesi kullanılmış. Yani şimdiden suçu ‘bir kişiye’ indirgeme çabası. Bütün bunlardan benim çıkardığım şu; suç ya itirafçıya ya ağabeye yüklenecek. Amcayı kesinlikle buradan kurtaracaklar. Benim görüşüm bu yönde.
– Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?
Bu tür dosyaların davalarına çok girmiş bir hukukçu olarak bizlerin de birtakım öngörüleri olabiliyor. Bu süreçte bu aile mutlaka korunacak. Ben bunu görebiliyorum. Maktulün bulunmasına rağmen hiçbir şeyin ortaya çıkmaması çok ilginç. Silinen konuşma kayıtları geri getirilebilirse belki birtakım şeyler ortaya çıkar. Biliyorsunuz, yanında çalışan bir işçisi amcaya attığı mesajda “Henüz bende değil, daha ölmemiş” diyor. Amca kesin işin başında. Ama bu soruşturmada ben daha çok şeyin değişeceğini düşünüyorum.
– Sizin bir vurgunuz dikkatimi çekiyor. Medyaya sızdırılan ifadelerde Narin annesinin ve yengesinin ‘amca Salim Güran ile ilişkileri olduğu’ şeklinde imalarla birlikte isimlerinin açıkça belirtilmesinin bu kadınları da büyük bir yaşamsal riskle yüz yüze bıraktığını düşünüyorsunuz. Neden?
Çünkü bu coğrafyada insanlar tırnak içinde “namus” gerekçe gösterilerek öldürülüyorlar. Başından beri “Anneyle amca yakalandı, Narin onları gördü” gibi şeyler söyleniyor. Bunun kesin bir kanıtı yok. Kanıtı olmadığı halde bunun devamlı bir yerlerde söylenmesi o kadının hayatını açıkça tehlikeye sokuyor. O ailenin bundan sonra o kadının hayatına kastedip kastetmeyeceğini göreceğiz. Umarım böyle bir şey olmaz. Şimdi başka bir kadının daha, yengenin de amcayla ilişkisi olduğu yazılıp çizilmeye başlandı. Amca Salim Güran ile ilişkisi olduğu iddia edilen o iki kadının, annenin de yengenin de cezaevinde çok dikkatli biçimde korunması gerekiyor. O kadınların can güvenliği artık devletin elinde.
– Narin’in cesedi Adli Tıp morguna götürülürken bir kadının “Gidin yalan konuşun” diye bağırdığı bir görüntü izledik. Sonra kalabalık içindeki bir adamın o kadına bir yumruk attığını da gördük. O iki kişi çok belli ki ya ailenin içinden ya da ailenin yakını. Siz Narin’in annesinin ve yengesinin cezaevinde korunması gerektiğini söylerken, gözümün önüne o görüntüdeki kadın da geldi.
Belli ki bütün köy de biliyor. Ama sadece bir kişi herkesin yalan söylediğini söylemeye cesaret ediyor, oracıkta hemen susturuluyor. Yine Galip Ensarioğlu’nun o ilk açıklamasına döneceğim. “Bilsek de konuşamıyoruz” dediği o ilk açıklama. Konuşamıyor, çünkü ailenin devletle ilişkileri var. Devlet aileyi on yıllarca korumuş, aile de devleti koruyor. Bu ailenin devletle ilişkisi, Kürt siyasi hareketine karşı olma noktasından gelişen bir ilişki. O çok net. Narin’in amcası Salim Güran oradaki bütün ekonominin de başında olan birisi. Bizim aldığımız bilgilere göre oradaki herkes bir şekilde amcaya borçlu. Tefeci gibi birisi. Bir de üzerine oradaki en büyük mülki amir yani muhtar. Yani herkesin korktuğu birisi. O denklemde o mahallede yaşayan kimse ona karşı gelemez. O kadını susturmak için atılan yumruk bu gerçekliğin göstergesi.
– AKP hükümeti, malum son dönemde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin başta Osman Kavala kararı olmak üzere pek çok kararını kategorik olarak reddediyor, uygulamıyor. Ancak bu bahsettiklerim daha ziyade güncel politik iklimin bizzat bir tarafı olan kişilerin davaları. Bir de AİHM’e taşınan cinsel şiddet ve aile içi şiddet davaları var, sizin söyleşinin başında hatırlattığınız Opuz davası gibi. Aynı Opuz davasında olduğu gibi AİHM yakın zamanda, 2021’de yine benzer bir davada Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kusurlu buldu. AİHM’in bu kararlarının herhangi bir karşılığı oluyor mu mağdurlar açısından?
Hiçbir karşılığı olmuyor. Türkiye kendi anayasasının 90. maddesiyle AİHM kararlarının uygulanmasını hüküm altına almış ama bugün devlet kendi anayasasını uygulamıyor. “İç hukukla uluslararası hukuk çatıştığı anda uluslararası hukuk geçerlidir” şeklindeki o madde bugün sadece bir laf. Türkiye zaten bir hukuk devleti değil, çünkü yazılı hukukla uygulama birbirinden tamamen farklı. Her zaman da esas olan uygulama. Ben hakimlere uluslararası hukuk eğitiminin verildiğine bile inanmıyorum.
Mesela İstanbul Sözleşmesi henüz yürürlükte iken bize bir kadın hâkim şunu söyleyebildi; “O sözleşmeyi ben hiç okumadım.” Yani İstanbul Sözleşmesi daha yürürlükteyken durum buydu. Devlet kendi hakimlerinin, savcılarının sözleşmeyi içselleştirmelerini sağlayamamıştı. Yine de sözleşmeyle zorluyorduk biz hakimleri ve savcıları. Sözleşmeden çıkıldığından beri kadın cinayetlerindeki artış oranını kadın dernekleri devamlı açıklıyor zaten. Bir de ‘şüpheli ölümler’de artış var.
– Bu arada Narin’in engelli ablası Tülin’in 2019’daki ölümüne ailenin söylediği gibi merdivenden düşmesinin neden olmadığını da biz Narin katledildikten sonra öğrendik. Şu an tutuklu olmayan tek amca Erhan Güran, Tülin’in hastanede solunum yetmezliğinden öldüğünü söyledi. Devlet o ölümü şüpheli dahi görmemiş ve soruşturma kapanmış. Bu bilgileri sizin İHD olarak yaptığınız çağrı ile birlikte sormak istiyorum. “Son iki yılda çocuk intiharları yüzde 40 oranında arttı” diyorsunuz ve anladığım kadarıyla intihar eden çocukların çoğu kız çocukları.
Çünkü kadını ve kız çocuğunu değersizleştiren bu feodal anlayış devlet diliyle zaten bütün ailelere dayatılıyor. Kız çocuklara dayatılan ya da önerilen tek şey ‘anne olmak’. Bu her zaman vardı ama son dönemde o kadar yoğun biçimde yapılıyor ki. Kız çocuklarının okutulmasının engellenmesi, erken evliliklere teşvik edilmeleri yönünde bir feodal baskı var. Geçen gün Yüksekova’daydık. 90’larda Batman’da bir dönem çok yoğun genç kadını intiharları oldu, hatırlarsınız. Bugün o günleri hatırlatan bir iklim var. Yüksekova ziyaretimizde dikkatimi çekti; nereye gitsek genç kızlar kafelerde asker olduğu belli olan erkeklerle oturuyorlar. Ve orada şu söylendi; genç askerler görev için gittikleri yerlerde genç kızlarla birlikte oluyorlar, onlara evlilik vaat ediyorlar, bir süre sonra, görev bittikten sonra da çekip gidiyorlar. Kızların çoğu belki âşık oluyor ve terk ediliyorlar. Bunun kadın intiharlarında etkili olmaya yeniden başladığını söylediler. Çünkü kadın sadece evlenmek zorunda olduğunu hissediyor. Bu bir devlet politikası.
– 90’larla bugünün farkı şu mu; o dönem bu ilişkileri böyle uluorta yaşayamıyorlardı, bugün yaşıyorlar ama sonuç aynı oluyor. Evlilikle sonuçlanmayan ilişki bölgede ‘namussuzluk’ olarak görüldüğü için kızlar çözümü yine intiharda görüyor. Bunu mu söylemek istiyorsunuz?
Tabii karşı koyamıyor çünkü evlilik dayatması var. Çünkü diğerini tırnak içinde ahlaksızlık olarak gören bir anlayış var. Bunun dışında uyuşturucuda da korkunç bir artış var. Mesela Diyarbakır’da diyorlar ki uyuşturucu yaşı 11- 12 yaşındaki çocuklara kadar inmiş. Tabii bunlar tamamen devlet kontrolünde yapılıyor. Devletten habersiz, devletin bilgisi olmadan uyuşturucunun bu kadar yaygınlaşması mümkün değil. Ben bunun da bir politika olduğunu düşünüyorum. Yani o çocukları bir şekilde etkisizleştirmek işte başka yerlere ya da siyasete katılmasını engellemek için. Uyuşturucu zaten genel olarak toplumsallaşmış bir kaygı ama bölgede başka boyutlarda yaşanıyor.
– Kürt siyasi hareketiyle ilişkiniz nedeniyle devlet nezdinde ‘Kürtçü’ diye bilinen bir algınız var. Bir yazınızda ‘Kürdistan’ ifadesini kullandınız diye altı ay hapis yattınız. Kürt kadın ve çocuklar dışında pek çok şiddet ve istismar vakasının avukatlığını üstlenen bir insan hakları savunucusu olmanıza rağmen siyasi kimliğiniz nedeniyle mahkemeye bir mağdurun haklarını savunmak için çıktığınızda size mahkeme heyetinin politik kimliğiniz üzerinden baktığını düşünüyor musunuz?
Hep böyle baktıklarını açıkçası düşünmüyorum. Ben her şeyden önce bir insan hakları savunucusuyum. Ben kim olursa olsun işkence gördüyse, siyasetine bakmadan onunla ilgilenirim. Avukatlığını yaptığım kadınların siyasi görüşüne bakmam. Ben yargıdaki muhataplarımın da daha saygılı davrandıklarını düşünüyorum. Ya da korkuyorlar. Ben hep cesaretin insanı koruyan bir şey olduğuna hep inanıyorum. Sizin cesaretle o davanın üstüne gideceğinizi biliyorlar ve daha dikkatli olmak durumunda kalıyorlar. Ben böyle bir etki yarattığımı düşünüyorum açıkçası.
– Bir taraftan da aynı yargı tarafından size toplam 143 dava açıldı ve hakkınızda 26 yıl hapis cezası istenildi. Türkiye’ye özgü çelişkiler…
2013’te Özgür Gündem gazetesi kapatıldıktan sonra yeniden yayına başlamadan önce bana “Dayanışma olarak isminizi ‘Genel Yayın Yönetmeni’ olarak yazabilir miyiz?” diye sordular. Tabii kabul ettim. Ape Musa’nın gazetesi, çok değerli. Bilirsiniz, yayın çizgisi hiç değişmedi ama devlet barış süreci boyunca hiç dava açmadı. Barış süreci biter bitmez ise bana 143 dava açıldı ve evim basıldı. Sadece orada adım yazdığı için, başkaları da keza sadece isimleri yazdığı için, evlerimiz basıldı. Ben ömrümde polis silahı dışında bir silah görmemiş insan olarak ‘silahlı bir örgütün üyesi’ diye ceza aldım. Kendi yazmadığım, başkalarının yazdığı yazılar nedeniyle 6 yıl 3 ay ceza aldım.
– ‘Örgüt propagandası’ mıydı cezanın gerekçesi?
‘Örgüt propagandası’ndan ‘Cumhurbaşkanı’na hakaret’e kadar o kadar çok dava var ki… 143 dava açıldı, birleşenler oldu. Sonuçta 125 davadan yargılandım. Sekiz yıldır yurtdışına çıkamıyorum, yurt dışı yasağım var. Milyonlarca lira para cezası kesildi, onlar da insan hakları örgütlerinin dayanışmalarıyla ödendi. Çünkü hapse hemen girecektim. Şu anda da toplam 26 yıl 9 ay hapis cezam var. Yarın ne olacağım belli değil.
Bakın, biz 90’larda da çok ağır süreçler yaşadık. O zaman fiziki saldırılar çok fazlaydı, insanlar öldürülüyordu. Ben de iki kere saldırıya uğradım. İnsanlar gözaltında kaybediliyordu. Ama ifade özgürlüğü açısından biraz daha rahattık açıkçası. O zaman mesela sizin hakkınızda bir soruşturma açıldığında ifadeye çağrılıyordunuz. Radikal bir şekilde veriyorsunuz ifadenizi, hakkınızda dava açılıyor, yine ifadelerinizi özgürce veriyorsunuz. Ancak Yargıtay onamasından geçtikten, ceza kesinleştikten sonra tutuklanıyordunuz. Ben 1995’te böyle yattım. Ama şimdi daha ifade vermeye gittiğiniz anda tutuklanıyorsunuz. Sizi dinleme gereğini bile hissetmiyorlar bugün.
– Geçmişte de yargılandınız ve ceza aldınız. 2020’lerde yargılanmanın karakterine dair kişisel olarak sizi en çok çarpan şey nedir?
Biz güya Özgür Gündem yöneticiliğinden yargılandık ama kararda “Eren Keskin, yerli ve milli insan haklarını savunmuyor” diyor. Böyle bir şey olabilir mi? Böyle yazılmış işte. İnsan haklarının yerli ve milli olması gerektiği. Hiç unutmuyorum kararın açıkladığı son duruşmada hâkim bana “Bizden bir talebiniz var mı? Başka bir söyleyeceğiniz var mı?” diye sordu. Ben şöyle dedim kendisine; “Benim sizden nasıl bir talebim olabilir ki? Ben sizden daha özgür bir insanım. Sizin yerinizde olmayı hiç istemezdim.” Ve inanın ben o hâkimin gözünde beni desteklediğini hissettim. Ha Türkiye’de yargı her zaman bağımlıydı. Biz yıllarca militarizme bağımlı yargıdan şikâyet ettik. Ama bugün tek bir siyasi yapıya bağlı bir yargı var ve baskılayıcı bir şey bu.
– Tek bir siyasi yapı derken sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı mı kastediyorsunuz yoksa iktidardaki AKP- MHP bloğunu mu kastediyorsunuz?
Şu anda şu anda yargıda tamamen MHP egemenliği var. Ben zaten Türkiye’nin iç siyasetinin tamamen MHP tarafından yönetildiğini ve dizayn edildiğini düşünüyorum. Şu anda AKP, MHP ne derse onu yapan bir konumda. Bırakın Kürtlerin öldürülmesi, solcuların öldürülmesi, insan gazetecilerin öldürülmesini, herkesin gözünün önünde kendi insanlarını öldürdüler. Ülkü Ocakları tarafından planlanan açık bir cinayet işlendi. Ortaya çıkan onca veriye rağmen bunun bile üzerini kapatabiliyorlar. Bakın, Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş de konuşmuyor artık. Belki kadın umutsuzluğa kapıldı, bilemiyorum. Ülkü Ocakları’nın şiddet kültürü ve uygulamaları tartışılmadan, bu coğrafyada demokratikleşme zaten mümkün değil. Berivan Tapan’ın bir kitabı var, savcı Doğan Öz’ün öldürülmesini anlatıyor. Doğan Öz’ü öldüren, Ülkü Ocakları’ndan yetişme İbrahim Çiftçi’yi geçen sene MHP milletvekili adayı gösterdi. Seçilemedi ama kendisi zaten MHP’nin MYK üyesi. Biz neyi tartışıyoruz ki?
– Biraz önce 90’larda yargı üzerinde militer bir baskının hâkim olduğunu ve ondan şikâyet ettiğinizi hatırlattınız. O dönemde avukat olarak üzerinde çalıştığınız konuların başında ‘devlet kaynaklı cinsel işkence’ vardı. Bu konuyu Almanya’nın Köln şehrindeki bir konferansta dile getirdiğiniz için Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi uyarınca 10 ay hapse mahkûm edildiniz, para cezasına çevirildi. O dönem sizi hedef gösteren haber ve yazılar nedeniyle yaşadıklarınız, geçen ay eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bir sosyal medya mesajı nedeniyle yeniden gündem oldu. 2002’deki mevzuyu kendi zaviyenizden anlatın isterim.
Kadına karşı şiddetle ilgili o toplantıyı Almanya’da Alevi Birlikleri Federasyonu düzenliyordu. Benim konum başlığım devlet kaynaklı cinsel şiddetti. Diğer konuşmacılardan biri de İstanbul Üniversitesi’nden Necla Arat idi. Ben konuşurken devlet görevlilerinden çatışma bölgesinde kadınlara yönelen şiddetin büyük kısmının askerlerden geldiğini ancak kadınların askerleri polisler kadar rahat şikâyet edemediğini anlattım. Bu tür saldırılar yaşayan kadınların askerlerden korktuğunu söyledim. Necla Arat ayağa kalktı ve “Ben askerime laf söyletmem” diye bağırdı. Ondan sonra ortalık karıştı.
Biz Türkiye’ye döndük. Uçaktan indiğimde bize doğru bir grup gazetecin geldiğini gördüm. Uçakta önümde burun ameliyatı olmuş, bandajlı bir kadın şarkıcı oturuyordu. Ben gazetecilerin ona geldiğini sandım önce. Ama kadın geçti gitti, gazeteciler bana geldi. “Eren Hanım siz Almanya’da ‘Ordu kadınlara tecavüz ediyor’ demişsiniz. Genelkurmay Başkanı hakkınızda suç duyurusu yaptı” dediler. Şaşırdım kaldım. Bilmediğimi ve sonra açıklama yapacağımı söyledim. Baktık konuşmam tamamen yanlış yansıtılmış. “Ordu tecavüz ediyor” gibi akıl dışı bir laf söylememişim.
– İş ne zaman daha da büyüdü?
Hürriyet, ‘Türk ordusuna dil uzattı’ diye manşet attı. O gün sabah kapım çalındı, bir kadın arkadaşım girdi içeri heyecanla. “Fatih Altaylı Radyo D’deki programında şu anda seninle ilgili çok kötü şeyler söylüyor” dedi. Zaten o sırada tanıdıklar da telefonla aramaya başladı. Çünkü Radyo D o zaman çok dinlenen bir kanal. İşte demiş ki “İlk gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam namerdim”. Hatta öyle de değil ‘tecavüz’ diyor. Biz tabii kadın hareketi olarak bir araya geldik. Suç duyurusu yaptık. Ben tazminat davası açtım ben.
– Duruşmalar sırasında Fatih Altaylı ile yüz yüze geldiniz mi?
Geldik tabii duruşmada. Hâkim de bir kadındı ve inanır mısınız bana sanki ben suçluymuşum gibi davranıyor. “Ayağa kalk” diyor mesela. Fatih Altaylı’ya ise “Fatih Bey lütfen oturun” diyor. Açık biçimde Fatih Altaylı’ya dönük korumacı tavrını gösterdi. O da zaten “Devletimiz hakkında şöyle konuştu, böyle konuştu, ben o yüzden söyledim” dedi ifadesinde. Neyse sonuçta ceza aldı, ceza paraya çevrildi. Tazminat davasını da kazandım. 500 TL kazandım hiç unutmuyorum. O parayı aldıktan sonra hemen gidip kadınlar olarak Ortaköy’de yemek yedik. O gece bitirdik o parayı.
Ama o dönem benim açımdan çok ağır geçti. Bir yıl boyunca tehdit edildim. Her gün ölüm tehdidi aldım. Hakkımda dava açıldı, ceza aldım. Bir yıl meslekten yasaklandım. Hürriyet’in manşeti ve Fatih Altaylı’nın söyledikleri benim bütün hayatımı etkiledi. Ve Fatih Altaylı benden hiçbir zaman özür dilemedi.
– Böyle bir beklentiniz oldu anladığım kadarıyla…
Beklenti değil ama bunun için bir imkân da oluştu. Yıllar sonra benim bir müvekkilim, Sevgi İnce, örgüte katılan ağabeyini çok özlüyor ve yola çıkıyor. Yolda çatışmanın arasında kalıyor, başına şarapnel parçaları filan isabet ediyor. Tutukladılar kızı. Tahliye edildikten sonra tabii bütün basın Sevgi İnce’nin peşinde. O süreçte Fatih Altaylı’nın asistanı bir kadın aradı beni, Sevgi’yle birlikte yayına davet etti. Ben de ona dedim ki, “Fatih Altaylı’nın programına bir şartla gelirim, canlı yayında benden özür dilerse.” Tabii ki bunu kabul etmedi. Ben de çıkmadım programa. Sevgi İnce çıktı.
– Siz çıkmadınız ama müvekkiliniz Sevgi İnce’nin çıkmasını engellemediniz, öyle mi?
Müvekkilim gitmesine karşı çıkmam çünkü onun programı herkes tarafından izleniyor. Fatih Altaylı benim her zaman derin devlet yapısıyla iç içe olduğunu düşündüğüm bir insan.
– Bu konuyu bugün gündeme getiren Kemal Kılıçdaroğlu aslında sizin hakkınıza sahip çıkmak için değil de belli ki bunu Fatih Altaylı’yı sıkıştırmak için yaptı çünkü Altaylı kendisini sert dille eleştiriyor – ki bunu yapan tek kişi de değil- . Mağduriyetiniz yıllarca ana akımda yok sayıldıktan sonra eski ana muhalefet liderinin bir gazeteciye neredeyse hakaret ettiği bir mesajda olaya referans verildiğini görünce ne hissettiniz?
Yine bir arkadaşım aradı “Kemal Kılıçdaroğlu senden bahsediyor” diye. Sonra baktım benden bahsediyor ama adımı söylemiyor. Beni isim olarak bilir kendisi, yıllardır insan hakları hareketinin içindeyim. Ama adımı özellikle söylemedi diye düşünüyorum. Kendi isminin benim ismimle yan yana geçmesini istemediğini düşünüyorum. ‘Eren Keskin’ diyebilirdi, demedi. ‘Bir kadın’ bile diyemedi. ‘İnsan Hakları Derneği’nden bir hanım’ dedi. Tabii ki herkes benim olduğumu anladı. Kılıçdaroğlu’nun bunu demesi benim için hiçbir anlam ifade etmedi açıkçası. Bu kadar çifte standartlı, bu kadar mağdur seçici bir muhalefetin temsilcilerinden biri Kılıçdaroğlu benim için. Bizim coğrafyamızda bir iktidar sorunu var ama bir de muhalefet sorunu var. İçinde bulunduğumuz durumun en büyük nedenlerinden biri de ana muhalefetin hükümetle aynı ittihatçı kaynaktan besleniyor olması. Biz ittihatçı ideolojiyi eleştirmediğimiz sürece, bu tek tipçi, sadece Türk ve Sünni Müslüman kimliğini temel alan yapıyı eleştirmediğimiz sürece hiçbir işin içinden çıkamayacağız. CHP’nin kırmızı çizgiler noktasında AKP’den hiçbir farkı olduğunu düşünmüyorum.
– Hayatınızı etkileyen haberlerden bahsetmeniz, makyajınıza ve giyiminize yönelik imalarla da çokça haber olduğunuzu hatırlattı bana. Yıllar önce Radikal gazetesine verdiğiniz bir mülakatta nasıl makyaj yapmaya başladığınızı anlatmıştınız. Solcu bir genç kadın olarak derneğe allık sürüp gittiğiniz bir gün ‘burjuva’ etiketi yapıştırmaya çalışmış birtakım erkekler. Yani makyaj da sizin için kendi mahallenizde dayatılan kadın prototipine bir direniş olmuş anladığım kadarıyla.
Ben o yıllarda erkek gibi yürürdüm. Bütün kadınlar gibi parka giyerdim. Sigarayı nasıl tutacağımız bile bize dayatılan şeylerdi. O bahsettiğiniz haksız tavırla karşılaştığımda düşünmeye başladım. Bir kadın kendisi nasıl istiyorsa öyle olmalı. Bir erkeğin bana çizdiği şekilde olmayacağıma karar verdim. Tabii bu davranış ve giyinme biçimlerine yönelik algılar da zamanla değişti. Ama bugün bile hâlâ ne zaman bir panele, konuşmaya gitsem genç kadınlar yanıma gelip “Abla ya senin sayende biz de makyajımızı kabul ettirdik” diyor. O kadar rastlıyorum ki buna. Tabii artık zaten öyle bir şey yok. Bölgede de yok. Ama bizim süreçte yaşadık biz bunları. Demek ki yaşadıklarımızın bir etkisi olmuş. Ne mutlu ki artık yok bunlar.
Dursun Ali koyuncu neden tutuklandı? Kuzeyteve haber olayın perde arkasını açıklıyor…
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.