02 Ocak 2022 Pazar
Geçmiş düşüncelerimizin zıttını savunur durumdayız
ÇAYKUR’un zararı gerçekten azalıyor mu?
AKP’nin Rize de ki muhtemel adayları
KATILIMCI BİR BELEDİYE NASIL OLMA(MA)LIDIR?
İKİYÜZLÜLÜĞÜN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ
ADALET CEZALANDIRILMIŞTIR !!!!
Karadeniz’i seçmelerindeki en büyük neden Karadeniz suyunun temiz olması. Akdeniz’de Ege’de tüm koyları kirlettiler.
Kafes balıkçılığı, aqua kültür ya da kültür balıkçılığı olarak da bilinen su altında kitlesel hayvan yetiştiriciliği son yıllarda neredeyse tüm denizlerimizi tehdit eder boyutlara ulaştı. Son yıllardaki teknolojik gelişmeler ışığında, insanlık için vazgeçilmez bir protein kaynağı olan balık etini elde etmek için deniz ortamında çeşitli şekillerde kafeslerde balık üretimi hızla yaygınlaşmaktadır. Dünyada ve bölgemizde yaygınlaşmakta olan kafeslerde balık yetiştiriciliği genellikle kıyılarda ve açık denizlerde yapılmaktadır.
Bu vazgeçilmez protein kaynağını ve çeşitli ekolojik sebeplerle tükenmekte olan deniz canlı yaşamının, neredeyse insanların balık ihtiyacını karşılamayacak boyutlara ulaşmasını fırsat bilen şirketler, doğada her yeri kar alanı olarak gördükleri için denizleri de hoyratça kullanmaya, işgal etmeye başladılar.
Kapitalizmin kar hırsı insanlığın temel ihtiyacı olan beslenme ihtiyacını paraya çevirmek için işgal etmediği tek bir alan bırakmadı. İnsanın ihtiyacından daha fazlasını üreterek onu daha fazla tüketmeye zorluyor. Bu arz fazlası üretim modeli doğanın da talan edilmesinin önünü açıyor. Bu durum insanların yaşayabileceği yaşam alanlarının yok edilmesine ve giderek derinleşen ekolojik bir felakete yol açıyor.
Türkiye’de kafes balıkçılığı denizlerimizde yapılıyor. Avrupa’da 2010 yılında bu modelden vaz geçildi. Ama Türkiye’de devam ettiriliyor. Karadeniz bölgesinde kafes balıkçılığı ile ilgili ilk bilgi sahibi olmamız 2010 yılına dayanıyor. Bu bölgede yaptıkları araştırma ile belirli derinliklerde belirli koordinat çalışmaları yapıldı. Bu çalışmanın amacının kafes balıkçılığı olduğunu söylediler. Ama yaptıkları çalışma bölgede itirazlarla karşılaşınca 2017’nin sonlarında gerek yönetmeliklerdeki değişiklikler ve kanunlardaki boşluklardan yararlanarak bunu bir bakanlık yatırımı haline getirip Samsun (Yakakent) ile Sinop (Gerze) arasında birinci potansiyel alan ve ikinci potansiyel alan olarak iki alan belirlediler. Bölgeye ilk girişleri bu şekilde oldu.
Sonraki yıllarda neredeyse bölgenin tamamını kafes balıkçılığına açtılar. En son Trabzon- Hopa hattının 6 şirkete ihale edildiği açıklandı. İhale edilen yerlerin bazılarında yerel halkın direnişi ile karşılansa da, mahkeme süreçlerine rağmen projeler devam etmektedir.
Bu projelerden biri de Trabzon Sürmene ilçesi Çamburnu mevkisinde yapılmak üzere projelendirildi. Ancak o bölgede yapılacağı söylenen deniz üssü nedeniyle proje sessizce Of ilçesi sınırları içerisinde bulunan Yazlık köyü (İvyan) mevkisine alındı. Sessiz bir şekilde ÇED toplantıları yapılarak ilk süreç geçilmiş oldu.
Zaten itirazlar olup ÇED toplantıları yapılamayan yerlerde pek çok projenin boyutu küçültülerek ÇED gerekli değildir kapsamına sokularak bu sorun aşılmış oldu..
Peki neden karşı çıkıyoruz veya çıkmalıyız?
Çünkü kafes balıkçılığında balıkların büyüyebilmesi için yemleme yapılıyor. Yemleme denizdeki doğal ortama bırakılıyor. Bu yemin en fazla yüzde 20’sini kültür balıkları tüketebiliyor. Yüzde atmışı civardaki yabani balıklara dağılıyor, yüzde yirmilik bir kısmı da deniz dibine yani kafeslerin bulunduğu ortama çöküyor. Bu balıklar birlikte yaşadığı için senede ortalama on kez hastalık geçiriyor. Dolayısıyla yoğun bir şekilde bu balıklara yemlerle birlikte antibiyotik veriliyor. Bu antibiyotikler de aynı oranda denizin dibine çöküyor.
Deniz zamanla ölü bir göl haline geliyor. Daha önemlisi doğada doğal olarak yaşayan balıkların hiçbir hastalığı yokken, denizde yüzen antibiyotikleri onlarda kullandıkları için bu balıklarda da deformasyonlara sebep oluyor.
Bu çökelmelerle birlikte aynı zamanda kafeslerde hastalık sonucu ölen balıklar da dibe çöktüğü zaman dipte yoğun bir azot ve fosfor birikimi oluyor. Bu yoğun azot ve fosfor denizin dibindeki balıklar için gerekli olan çözünmüş oksijeni hızla tüketiyor.
Dolayısıyla zamanla denizi ölü bir göl haline getiriyor. Buna ekoloji biliminde ötrofikasyon deniyor.
Karadeniz’i seçmelerindeki en büyük neden Karadeniz suyunun temiz olması. Akdeniz’de Ege’de tüm koyları kirlettiler. Kirli denizde balık üretemezsiniz. Hala bir şekilde temizliğini koruyan Karadeniz, bu şirketler için bulunmaz bir nimet.
AKP ve onun yandaşları yüksek kar hırsı ile temiz bir yer bırakmamaya kararlı. Onlar kararlı ise bizlerin de en az onlar kadar kararlı olmamız gerekiyor. Çünkü bizlerin yaşayabileceği başka bir yer yok.
Şimdilik bu konuya böyle bir virgül koyalım.
6ve 7 Ocak 2022 de Trabzon’da görülecek bir yaşam alanı savunucusu olan ve bu uğurda polisin kullandığı gaz sonucu hayatını kaybeden Metin Lokumcu hocamızın mahkemesinde, bütün bu saldırıları hatırlayıp mahkeme önünde olalım. Orada olmak sadece aileye destek olmak demek değildir. Aynı zamanda yaşam alanlarına sahip çıkmak demektir.
Herkese mutlu yıllar dileyerek yazıyı bitireyim. Gelen yılın öncekilerden iyi olması için mücadeleyi daha da yükseltmek gerekiyor. Yoksa giden ve gelen arasında bizim için tek fark gelenin daha kötü olacağıdır.
Umudu diri tutmak için mücadeleye devam !
Kentler, geçmişlerindeki tarihi, kültürel ve sanatsal zenginlikleri ile kendilerini bugüne ve geleceğe taşırlar. Tarihsel geçmişleri ile geleceğin dünyasında yerlerini alırlar. Geçmişleri, o şehrin kimliğidir. O kimlik üzerine şekillenirler. Binlerce yıllık bir tarihi olan Trabzon o kadim kentlerden birisidir.
Bu yazıyı yazma ihtiyacı kente dışardan gelmek isteyen insanların, son yıllarda oluşan şehrin olumsuz imajı yüzünden bu harika kente gelmekte tereddüt yaşamalarının bana ve Trabzonlulara verdiği rahatsızlıktan kaynaklanmıştır.
Oysa bu şehir, yapılan arkeolojik çalışmaların sonuçlarına göre 7 bin yıla dayanan tarihiyle, doğasıyla, insanıyla bu kötü imajı hak etmemektedir.
1980 sonrasında devletin özellikle seçtiği kentlerden olan biri olan Trabzon, vitrine milliyetçi yüzü ile çıkartılmıştır. Bu güzelim kent milliyetçiliğin karanlık dünyasının sınırlarının içine hapsedilmiştir.
Bu, özellikle yapılan bir devlet organizasyonudur. 12 Eylül faşist darbecilerinin bu kadim şehri, tarihi kimliğinden kopartıp tamamen farklı bir kent yaratma uğraşlarının bir sonucu olarak bugün hakkında olumsuz yargıların oluştuğu bir kent haline getirilmiştir.
Farklı uluslara, halklara ev sahipliği yapmış, göç almış, göç vermiş farklı uygarlıkların, farklı dinlerin etkilediği bir coğrafyanın merkezi olmuş, tarihi İpek Yolu üzerinde bulunan önemli bir liman kenti olmayı başarmıştır. Böyle bir tarihsel geçmişe sahip bu kent bu kötü imajı hak etmiyor.
1980 öncesi kültürel ve sanatsal yaşamın yoğun olduğu, kentin eskilerinin deyimiyle “Trabzon hanımefendileri ve beyefendilerinin” yaşadığı, tarihinde şehrin meydanında opera binası olan, bugün bile 10’a yakın özel tiyatrosu ve devlet tiyatrosu bulunan, 70’li yıllarında amatör futbol kulüplerinin bile tiyatrosu olan bu şehir isteseniz de üzerine giydirilmek istenen bu kimliği bir türlü kabul edememiştir, etmemiştir.
Yazlık sinemalarının olduğu, sahil şeridinde, mahalle aralarında aileler ile birlikte gidilebilen içkili balık lokantalarının olduğu, sinema ve konser salonlarını ailelerin doldurduğu bir şehrin üzerini sadece külleyebilirsiniz. O ateş, o küllerin altında hala yanmaktadır. Türkiye edebiyatının ve sanatının önemli yazar, şair ve sanatçılarını yetiştiren bu topraklar bu milliyetçi karanlığa gömülmek istenen şehri aydınlatmaya devam ediyor.
60’lı, 70’li yılların dünyayı etkileyen devrimci yükselişleri aynı anda Trabzon’u da etkilemiştir. Neredeyse döneme damgasını vuran sosyalist hareket ve partiler bu kentin sokaklarında binleri yürütmüştür. Gezi eylemliliği sürecinde on binler sokakları işgal etmiştir. Sosyalist hareketin tarihine yüzlerce devrimci katmıştır. Onlarca devrimci bu topraklardan ezilen halkların, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi için yıldızlara yürümüş, birer yıldız olmuşlardır.
Sonra bu kentin kendi evlatları 12 Eylül faşizminin dayattığı acıları yaşadı; kaçmak, gitmek zorunda kaldı. Kalanlar o dönemi en ağır koşullarda yaşamak zorunda kaldı. En başta Trabzon’un hanımefendi ve beyefendileri şehirden göç etti. Köylerden ve periferindeki kentlerden gelen yurttaşlarla Trabzon’un demografik yapısı değişti. Sonra yeni gelip yerleşenlerin yaşantıları ile şehrin kültürü, hayatı değişti. Küçük kozmopolit şehir hayatı ortaya çıktı.
Şehre gelen insanların ekonomik, eğitim, iş arayışı gibi ihtiyaçları şehrin çehresini değiştirdi. Herkes kendi derdinin peşine düşmüş, Trabzon’un yardımlaşma ve dayanışma kültürü eski sıcak, samimi, etkileyici yaşamını büyük oranda yitirmiş oldu.
Öyle hızlı değişim yaşandı ki; kent linç kültürlerinin yaşandığı, rahip cinayetinin olduğu, suikastçı Ogün Samastları çıkartan bir şehir halini aldı. Bütün bunlar tek başına kendiliğinden yaşanmadı elbette. Hepsinde dönemin siyasi iktidarlarının ve son 20 yıla damgasını vuran AKP hükümetinin eli vardır.
Cemaatle yürüttükleri ikili iktidarları döneminde Trabzon’un adının karıştığı suikast olayları AKP’nin de aynı mantıkla kenti elde tutmaya çalıştığının bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Her mahallesine Kuran kurslarının açıldığı, her meydanına camilerin yapıldığı, dinci cemaat ve tarikatların bir ağ gibi örttüğü bu doğa harikası kent yine de teslim alınamamıştır. Şehrin devrimcileri ve demokratları hala dimdik ayakta durmaya, şehrin aydın kimliğini korumaya devam etmektedirler. Asla teslim olmadılar.
Bütün bu yaşananlar ve devletin bütün bu uğraşlarına rağmen Trabzon, hala o tarihinin verdiği o kültürel ağırlık yüzünden istedikleri gibi bir şehir olmamıştır. Becerememişlerdir. Tek becerebildikleri Trabzon’a yabancı olan insanların Trabzon ve Trabzonlular hakkında olumsuz önyargılar edinmeleri oldu.
Trabzon’un bu olmadığını anlatmak, dostlarımızın rahatça bu kente seyahat edebilmesini sağlamak bizlere, elbette Trabzonlu kültür sanat insanlarına ve bu işten rahatsızlık duyan demokrat halkına düşüyor.
Bir milletvekilinin bile gelirken uyarıldığı bu kentin bozulan imajının düzeltilmesi elbette zaman alacaktır. Ama biz Trabzon’u anlatmaya devam edeceğiz. Ve bu kent eski kimliğine yeniden kavuşacaktır. Eninde ve sonunda.
Bu haftayı acı bir olay ile tamamladık. Gencecik bir insan daha hayatının baharında derler ya, tam da o yaşta etnik kimliği yüzünden bir katilin hedefi oldu. Bu faşist saldırı bu ülkede yaşanan ilk olay değil, öyle görünüyor ki bir katile “Abicim adın ne?” diye soruluyorsa ve gereği yapılmıyorsa son da olmayacak. Hrant Dink’in olayında da benzer bir görüntü yaşamıştık. Deniz’in ailesinin, yoldaşlarının, halkının ve ona sözü olan dostlarının, kısaca hepimizin başı sağ olsun.
Deniz’i bir kez daha andıktan sonra yazımızın ana konusu olan fındığa gelebiliriz artık. Karadeniz bölgesinin bir önemli geçim kaynağı da fındık. Fındık hasadına bir ay gibi bir süre kala fındıkla ilgili sorunlar her yıl olduğu gibi yeniden gündemde. Yıllarca yazılır söylenir ama sorunlar hep aynı kalır.
İşte her yıl yapıldığı gibi devletin kurumlarının bir araya gelip yanlarına da üniversitelerden birkaç isim alınarak çalıştaylar düzenlenir. Fındık üreticisine bölge milletvekillerinin ve siyasi iktidarın onların sorunlarıyla ne kadar ilgiliymiş havası yaratılır. Konuşmalar yapılır, hatta bilimsel raporlar hazırlanır çünkü üniversiteler de işin içine katılmıştır. Böyle bir oyun sahnelenir ve kamuoyuna bir rapor hazırlanır.
Bu çalışmalara asla üreticinin temsilcileri kabul edilmez, onların haberleri olmadan kapalı kapılar ardında bu toplantılar yapılır. Eğer duyulur da üretici temsilcileri biz de varız biz olmadan böyle bir çalıştay anlamsızdır, sorunları çözmez diye salonun kapısına dayanırsa devletin kolluk kuvvetlerinin müdahalesi ile karşılanır ve kendi ürünü ile ilgili çalıştayın bir parçası olmaktan çıkartılır. Yıllardır AKP iktidarı çiftçiye, üreticiye bu şekilde davranıyor.
Bu çalıştaylardan biri de bu yıl Trabzon’da bu hafta içinde yapıldı. Fındık üreticisi illerin milletvekilleri ve, tarımla ilgili çeşitli devlet kurumlarının yetkilileri ve yukarda bahsettiğimiz o toplam tekrar bir araya geldi ve bir rapor yayınladı. Raporu okuduğumuzda gördüğümüz her yıl yayınlanan raporun aynısı tekrar edilmiş. Kısaca basına görüntü vermek fındık üreticisinin sorunlarını sezon başlamadan masaya yatırdık görüntüsü vermek için AKP iktidarının oyunlarından biri daha oynanmış oldu. “Fındık üreticisi yalnız değildir” görüntüsü verildi.
Maliyetlerin ve üretim girdilerinin artan döviz fiyatlarıyla aşırı derece yükseldiği bu hasat döneminde fındık fiyatının ne olacağı da merak konusu oldu. Üretici fiyatın hasattan önce açıklanması istiyor. Rekoltenin nasıl açıklanacağı ise ayrı bir merak konusu. Çünkü fiyatı belirleyen en önemli verilerden biri ürün rekoltesi.
Rekolte tahmini sağlıklı bir şekilde yapılmıyor. Fındık fiyatının yükselmesini istemeyen şirketler, tüccarlar bu konunun belirlenmesinde etkili oluyorlar. AKP hükümeti de şirketlerin rekolte oyununun bir parçası haline gelmiştir.
Dünya fındık üretiminin %65 gibi yüksek bir oranına sahip olan ülkemizde fındık fiyatlarında yaşanan dalgalanma fındık üreticisinin şirketler karşısında kaybetmesine sebep olmaktadır. Üretici şirketlerin inisiyatifine terk edilerek diğer tarım ürünleri üreticilerinin yaşadığı aynı sorunları yaşamak zorunda kalmaktadır.
Fındık üreticilerinin temsilcileri yaptıkları açıklamalarla, bir tarafta üreten çiftçiler bir tarafta ürettiklerimizi yok pahasına almaya çalışan şirketler var. Şirketler kazanırsa paralar ülke ekonomisine değil çok uluslu şirketlerin havuzuna akacaktır. Oysa fındık üreticileri kazanırsa ülke ekonomisi kazanacaktır. Bu sebepten dolayı AKP hükümeti ve ona bağlı Tarım Bakanlığı TMO’yu değil bir üretici birliği olan FİSKOBİRLİK’i devreye sokmalıdır ve 4572 sayılı kooperatif yasasının şirketler lehine olan maddelerinin çıkarılmasını talep ediyorlar.
Yeni bir sezon aslında yeni sorunlarla açılmıyor. Var olan eski sorunlar sezona da aynı şekilde taşınıyor. AKP hükümeti yıllar içinde biriken üreticinin sorunlarının çözücüsü olmamış bu sorunların çözümünün önündeki en büyük engel olarak yerini almış, fındıkta da yetkiyi Ferrero’ya yani şirketlere bırakmıştır.
Yapılan tüm çalışmalar üreticinin gözünü boyama adına yapılan işlerdir. Yaşanılan tüm süreçte AKP iktidarı döneminde fındıkta şirketler kazanmış üretici kaybetmiştir. Çiftçinin yanında olması gereken TMO bile aldığı fiyatın üzerinde bir satışla kar açıklamıştır.
Üreticinin sorunlarını bu sistemin çözemeyeceğini biliyoruz ama en aza indirmek örgütlenmek ve mücadele etmek, kanımızı emen siyasi iktidara artık dur demekten geçmektedir.
Bu hafta bölgeden bir yazı olmayacak bu köşenin konusu. Aslında hepimizin bildiği, hepimizin yaşadığı son 19 yılın hikayesini anlatan bir romandan bahsedeceğim. Ben okurken bugün kendi bölgemde yaşadığım çevre sorunlarını, çayımın, fındığımın nasıl yok edildiğini, sessiz bir şekilde insanımızın nasıl aç bırakıldığını bir kez daha gördüm bu romanda. Ülkemin fotoğrafıydı yazılan hikaye…
Uzun yıllar önce tanıdığım sevgili dostum Haldun Açıksözlü’nün son romanından bahsediyorum. Kırmızı Çatı yayınlarından çıkan “Ahlatlı; Bir Talan Hikayesi” adlı eserini onun engin hoşgörüsüne sığınarak kendimce yazmaya çalışacağım.
Ben edebiyatçı değilim. Asla böyle bir yoruma girmeyeceğim. O iş çok değerli bulduğum kendini sisteme kanalize etmemiş, sistemden geçinmeyen edebiyatçı değerlerimizin işidir. Ben sadece okuduğum romandan ne anladığımı yazmaya, anlatmaya çalışacağım.
Roman Anadolu’da Çorum ilimizde geçiyor. Bu il tesadüfen seçilmiş bir mekan değil. Tarihi geçmişi ile önemli bir yer, Hitit İmparatorluğu’na merkez olmuş, kadim bir tarihe sahip, çeşitli kültürlerin, kimliklerin merkezi aynı zamanda. Anadolu’nun tarihi kadim halklarından olan Ermenilerin, Rumların yaşadığı bir bölge. Dinsel olarak da İslam dininin Sünni anlayışının katı olduğu ve Alevi inanışının da yoğun yaşandığı bir coğrafya. Yani tam bir Anadolu mozaiği.
Kahramanlar da bu kimliklerden seçilmiş. 2002’de AKP ile iktidar bulan anlayışı ve onun getirdiği yandaş zenginler yaratma politikasını Ahlatlı ailesinde görüyoruz. Bu aile ile AKP iktidarının ortaya çıkardığı bugün İkizdere’de doğa katliamı yapan, ülkeyi parsel parsel talan alanına çeviren Cengiz Holding’i ve o meşhur beşli çeteyi görüyoruz.
Romanın ilk bölümlerinde AKP’nin ilk yıllarının geleceği kurma adına oluşturduğu iki yüzlü politikalarına şahit oluyoruz. Burjuva Kemalist cumhuriyetin oluşturduğu değerlerin nasıl sinsi bir şekilde altının oyulduğunu ve siyasal İslam’ın adım adım nasıl iktidara taşındığını okuyoruz.
İktidarı ele geçiren bu güçlerin kendi yandaşlarını da nasıl kontrol ettiklerini ve yarattıkları korku imparatorluğunun izlerini taşıyor roman.
AKP iktidarı ile üretim ekonomisinden uzaklaşılıp inşaat ve doğa üzerinden rant ekonomisine geçişin sürecini AVM’ler üzerinden anlatmaya çalışmış yazar. Bu sistemin küçük esnafı nasıl yok edip intihara sürüklediğini, esnafın yok oluşunu Rasim Efendi ismindeki karakter bize harika anlatıyor.
AKP’nin son 10 yılının nasıl bir yıkım yılı olduğunu ve artık iktidar biziz diyerek yarattığı güveni ise AVM’nin ikinci açılış törenindeki cumhuriyetin kuruluş değerlerinin nasıl yok edildiğini asılmayan kurucu önder Atatürk’ün portresinde görüyoruz.
Kültürel değerlerin ve etnik kimliklerin bu coğrafyadan nasıl planlı bir şekilde izinin silindiğini inşaatın yapıldığı mezarlık üzerinden ve leblebici Ali Usta’nın tarihi dükkanında kendi aile kimliğini ve kökenini nasıl gizlediğini üzülerek okuyarak anlatıyor yazar.
Bu coğrafyanın yaşadığı acıların, sürgünlerin anlatımıdır o yok edilen mezarlık ve leblebici Ali Usta. O toprakların bir başka gerçekliği ise Aleviliktir. Alevilik Anadolu’da yaşanan acılardan payını fazlasıyla almış bir kesimdir.
Yaşadığı acıları ile Anadolu’nun vicdanı olmuşlardır. Bu romanda da bu durum gayet net bir şekilde ortaya koyulmuş. Bu inanca da gerekli değer eserde yeterince verilmiştir. 10 Ekim 2015 Ankara Katliamından bahsetmesini ise sevgili dostum Haldun’un bu topraklarda yaşanan katliamların bir imgesi olarak kitaba yerleştirdiğini düşünüyorum.
Sevgili Haldun Açıksözlü eserlerine yeni bir değer daha katarak edebiyat dünyamıza katkılarına devam etmektedir. Ben okuduklarımdan çıkarttığım fotoğrafı buraya yazmaya çalıştım. Sizlerin de okumasını tavsiye ediyorum.
Sevgili Haldun, başka eserlerinde buluşmak dileğiyle. Okuru bol olsun.
Cengiz Holding sadece doğaya mı saldırıyor?
Kadınlar seslerini yükseltiyorlar günlerdir: İçimiz acıyor, ormanları katlediyorlar. Duyun sesimizi artık!
Seslerine ses olmaya katılıyor onlarca insan İkizdere’de. Katledilen sadece orman değil, ağaçlarla birlikte yaban hayatı da yok ediliyor. Kurulan fotokapanlarla gördük ki çok zengin bir yaban hayatı var İkizdere Vadisi’nin… İnsan yaşamına saygısı olmayan bir şirketin, bir iktidarın yaban hayatına saygı duyacağını beklemiyorduk tabi.
Zaten neye saygısı var ki Cengiz Holding’in. Onun patronu değil miydi milletin A.. koyacağız diyen ?
Sözünün eriymiş, dediğini yapıyor adam.
Bunu kiminle yapıyor?
Elbette mevcut iktidar partisi ile. Yani suç ortağı AKP ile. Peki, Cengiz Holding sadece doğayı mı talan ediyor?
Sadece sömürü alanı ormanlar değil elbet. Yurdun her metrekaresine neredeyse bir şantiyesi bulunan bu şirket, bu şantiyelerinde bulunan işçileri de acımasız sömürü çarkının içine almış. Covid-19 salgın koşullarını da avantaj, azgın sömürü şartlarına çevirmiş durumda.
İnşaat, enerji, maden ve hizmet sektörlerinde AKP hükümetleri döneminde onlarca ihalenin sahibi olmuş. Pek çok ihale tercihen verilmiş. Örümcek gibi ülkenin her yanına talan ve sömürü ağlarını örmüş. Uluslararası en büyük 250 müteahhit arasına girmiş. Devam eden ve tamamlanan enerji dağıtım ve yatırımları ile enerji devlerinden biri haline gelmiş bir şirket.
Dünyanın en büyük havaalanlarından biri olan İstanbul Havaalanı’nın inşaat işine ve inşaat sonrası 25 yıl işletme hakkına sahip olmuş. Yani hani bahsettiği bir rüyası vardı ya? İşte o rüyasını çok kısa zamanda, özellikle AKP döneminde gerçekleştirmiş oldu.
Verdikçe vermiş Allah! Hani derler ya, halk arasında bir söz vardır: Allah zenginliği istediğine verirmiş. Cengiz ailesine de AKP’yi aracı kullanarak vermiş de vermiş.
O da ne yapmış? Birkaç örnekle bakalım, kendisine verileni nasıl kazanmış?
Cengiz Holdinge ait BEDAŞ’ta (Boğaziçi Elektrik Dağıtım) hakları için mücadele eden işçilere verilen %5’lik sefalet zammına karşı iş bırakan işçiler, iş bıraktıkları günlerin ücretlerinin kesileceği ve iş bırakılan günlerin zararının tahsil edileceği şeklinde tehdit edildi. BEDAŞ işçileri, “Hem yüzde 5 zam veriyorlar hem eylemi, grevi yasaklayıp ‘kabullen’ diyorlar. Bu düzen kölelik düzeni!” diye tepki gösterdiler. Şirket iş kolunda grev yasak uygulamasını gerekçe göstererek tehditlerine devam ediyor.
Bir başka örnek de Trabzon’un Maçka ilçesindeki başka bir şantiyede. Burada 19. yüzyıldan kalma çalışma koşullarında çalıştırılıyor işçiler. Günde 12 saat çalıştırıldıklarını ama bu durum bordrolarda 8 saat olarak gösterildiğini ifade ediyorlar. Diğer 4 saat fazla mesai olarak gösteriliyor. Bu durumu bu ekonomik şartlarda kabullenmek zorunda bırakılıyorlar. Sessizliklerini koruyorlar. Ülkenin şartları ve işsizlik tehdidi ve bir de üzerine Kod-29 saçmalığı çaresizlikleri olmuş.
Kıdem ve ihbar tazminatları 8 saat üzerinden değil 7,5 saat üzerinden hesaplanıyor. 12 saat çalıştırıldığı halde buradan bile hakları çalınmış oluyor. Ayda 2 gün izin hakları var. Bu bile öyle ayarlanmış ki 24 saate denk geliyor.
Bunlar sadece iki örnek. Cengiz Holding arkasına mevcut iktidarın da gücünü alarak talana ve sömürüye devam ediyor. Bu yüzden tek suçlu Cengiz değil. Asıl suçlu onlara bu acımasız ortamı yaratan ve gerektiğinde devletin kolluk güçlerini vadilerinde yaşam alanları için, işyerlerinde emeklerinin karşılıkları için direnenlerin karşısına askerini, polisini çıkartan, onlara biber gazı ile müdahale izni veren ve ben artık devletim diyen AKP iktidarıdır.
Doymak nedir bilmeyen şirketler yaşam alanlarımızı, emeğimizi, hayatımızı çalıyorlar. Bu yüzden vadisini savunanlar, emeği için alana çıkanlar yalnız olmadıklarını görmek zorundadırlar. Top yekûn bir saldırı varsa; iktidarları ve şirketleri ile o zaman top yekûn direnmek gerekiyor. İkizdere’de direnenlere, iş yerlerinde direnenlere onlarla birlikte olduğumuzu onlarla dayanışma halinde olduğumuzu göstermeliyiz.
İkizdere Vadisi’nde yaşam alanlarını savunan kadınlara bir kez daha selam olsun.